Adalet arayanların, adaleti bulmak için gittikleri; içinde bulunduğumuz zamanda bulmakta zorlandıkları kasvetli adliyenin, muhtemelen en büyük duruşma salonu.
Müştekilerin ifadeleri alınıyor. Bırakın o katliamı yaşamayı, dinlemesi bile ağır geliyor insana.
Genç bir kadın, sesi titreyerek kurduğu cümleyle çok şey anlatıyor: “Ölenlerin yarım kalan gülüşlerinin hesabı sorulsun.”
50’li yaşlarında bir erkek: “Barışa olan inancımızla gittik Gar Meydanı’na. Yanımda 25 yıllık yoldaşım. Ortalıkta hiç polis olmamasını garipsedik, ama umursamadık. Patlamalar oldu. Arkadaşımın durumu kötüydü. Yere yığıldık. Bir zırhlı polis aracı, yerdeki cesetleri ve yaralıları çiğneyerek alana girdi. Ardından polisler biber gazı sıkmaya başladılar. ‘Süpürün bunları’ diye bir ses duyduk. Sonra, arkadaşımın artık nefes alamadığını fark ettim. Son nefesi biber gazı oldu. En azından 25 yıllık arkadaşımın katili o gazı sıkan polislerdir. Onlardan da şikâyetçiyim.”
Bir başkası: “Katliamı görmeyen bir polis amiri ‘gaz sıkın’ diye emir verebilir. Ama aklımın almadığı, oradaki katliamı gören polisler, o emri nasıl uygular, nasıl gaz, plastik mermi sıkar?”
Bir başka ifade: “Patlamada bir bacağımı kaybettim. Vücudumda insanlık düşmanı katillerin parmak izlerini taşıyan 20 bilye var. Biri kalbimin hemen altında. Bundan sonra benim için hayat; diğer ailelerle adalet aramak. Merak ediyorum, bu katiller, bomba yüklü araçla Antep’ten Ankara’ya nasıl geldiler? Kimler yol verdi?”
Genç bir kadın. Yüreklerimiz acıyor dinlerken: “Aynı zamanda iş arkadaşım olan eşim, birimiz çalışmak zorunda olduğumuz için ‘sen ofise git, sonra gelirsin’ demişti. İşimi tamamladım. Alana gitmek için bürodan çıktım. Sonrası katliam. Eşimi kaybettim. Cenazenizi bulmak için kaç cesede bakarsınız? Ben 61 cesede baktım. Hastaneler şehri Ankara’da, birçok hastaneyi dolaştıktan sonra, son bir umutla Sağlık Bakanlığı Kriz Masası’nı aradım. ‘Eşimi arıyorum’ dedim. ‘8 torba ceset var. Gelin DNA verin’ dediler. Böyle mi olması gerekiyordu?”
Katliamda yaralanan ve ağır bir tedavi süreci geçiren bir yurttaşın yakını: “Katliamdan sonra atılan gazlar nedeniyle polisten şikâyetçi olduğumu söyledim emniyet amirine. ‘Senin yakının hastanede tedavi gördü. Eğer polisi şikâyet edersen, devlet de senden şikâyetçi olur. Tedavin çok pahalı, senden ister bu parayı’ dedi. Sanırım, polisten davacı olmayayım diye korkutmak istedi beni. Hepsinden de şikâyetçiyim.”
Bir başka ifade: “İnsan o kadar arkadaşını kaybedince yaşadığına utanıyor. Göğsüne nabız yerleştirilmiş, protez bir vücut gibi hissediyor kendisini.”
Gencecik oğlunu kaybeden bir baba: “Denizli’ye cenaze arabasının içerisinde, geleceğimi, umutlarımı götürdüm. Barış isteyen oğlumla gurur duyuyorum.”
20’li yaşlarında genç bir kadın. Görebilse, sanıkların gözlerinin içine bakarak söylerdi eminim: “Bu kanlı katillerden davacıyım. Korkmuyorum. Neden korkayım bunlardan. Biz aydınlığız, onlar karanlık. Onlar karanlık istiyor, biz barış. Onlar korksun.”
Yukarıdaki ifadeler Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamı olan 10 Ekim Ankara Garı Katliamı’nın ikinci duruşmasından.
10 Ekim 2015’te, Türkiye’nin dört bir yanından gelip, Gar Meydanı’nda “barış istiyoruz” demek için toplanan insanların arasında, iki canlı bomba 3 saniye arayla kendisini patlatmış ve 101 barış gönüllüsü hayatını kaybetmişti. Ülkenin kalbindeki bu en büyük katliamdan 39 şehre cenazeler gitti. Hedef alınanlar Türkiye’nin barışını isteyenlerdi.
Katliamın, 7-11 Kasım tarihlerinde görülen birinci duruşmasında sanık ifadeleri alınmıştı. Geçtiğimiz pazartesi başlayan ikinci duruşmada, müştekiler, yani hayatını kaybedenlerin yakınları, yaralılar ve onların yakınları ifade vermeye başladılar. İfadeler içerisinden yazmaya yüreğimin yettikleri bunlar.
Tüm müştekiler Cumhurbaşkanı, Başbakan, İçişleri Bakanı, Gaziantep ve Ankara Valileri, Emniyet Müdürleri, o gün görev yapan ve katliamdan sonra biber gazı sıkan tüm polislerden şikâyetçi oldular.
Bir avukat, “Kusursuz cinayet yoktur. Arkasında mutlaka izler bırakır” dedi ifadesinde.
Ankara katliamı, tıpkı sonra yaşanan diğerleri gibi kusursuz cinayet değildi; göz göre göre geldi ve iktidar en hafif ifadeyle göz yumdu.
7 Haziran seçimlerinden sonra ilk büyük katliam Suruç’ta yaşandı. 20 Temmuz’da, Şeyh Abdurahman Alagöz isimli bir IŞİD’ci katil, karakolun önünden canlı bomba yeleğiyle geçip, içlerinde dünyayı ağlatan Aylan Bebek’in de olduğu Kobaneli çocuklara oyuncak götürmek için toplanan gençlerin ortasında kendisini patlattı, 33 gencecik yürek hayatını kaybetti.
Katliamın hemen ardından Suruç’a gittik. Ertesi gün Adıyaman’a bir şehit asker cenazesine geçtik. Yaptığımız incelemelerde, Şeyh Abdurrahman Alagöz ve Diyarbakır bombacısı Orhan Gönder’in de dahil olduğu Dokumacılar Grubu isimli bir IŞİD hücresinin varlığını tespit ettik.
Soruşturmayı yürüten Cumhuriyet Savcısı’nın hazırladığı iddianamede, Mayıs 2015’ten itibaren bu hücrenin bilindiği, Alagöz kardeşler ve diğerlerinin takip edildiği, telefonlarının dinlendiği, söz konusu isimlerin canlı bomba eylemleri tasarladıkları apaçık ifade ediliyordu. IŞİD hücresini dinleyen emniyet istihbarat hiçbir şey yapmadı.
10 Ekim Katliamı’nı inceleyen müfettiş raporlarına göre, canlı bombaların Gar Meydanı’nda oldukları patlamadan 26 dakika önce istihbarat tarafından tespit edilmişti. Bu bilgi miting tertip komitesiyle ve güvenlik şubeyle paylaşılmadı.
Katliamın 101 canı almasında derin güçlerin etkisi vardı
TBMM’de araştırma önergesi verdik, iktidar reddetti. Yazılı ve sözlü sorularımıza cevap vermedi. Basın toplantılarında, televizyon programlarında “İstanbul’da Ankara’da patlamalar olabilir, tedbir alın” dedik, dinlemedi.
Geçtiğimiz 10 Ekim’de Gar Meydanı’nda yapılmak istenen anma için kayıp yakınlarının ailelerinden soyadı tutmayanlara izin verilmemiş ve yine biber gazı sıkılmıştı. Yaralananlardan biri bunu hatırlattıktan sonra şöyle tamamladı ifadesini:
“Kan bağı olsa ne olur, olmasa ne olur? Can bağımız var bizim onlarla, can bağımız…”
Ailelerin, adalet arayışı sürecek. Biz de yanlarında olacağız.
Kaynak: Birgün ( Ali Şeker’in 10 Ekim Katliamına İlişkin Birgün Gazetesinde Ele Aldığı Yazı )