ALİ ŞEKER (İstanbul) – Şimdi, değerli milletvekili arkadaşlarımız, kişiye özel yasa bile çıkarılamazken biz burada kişiye özel anayasa değişikliklerini konuşuyoruz, onun da ötesinde bir rejim değişikliğini lütfetmeye çalışıyoruz birilerine. Dün, Fetullah Gülen istedi diye Anayasa değişikliği yaptınız, referanduma götürdünüz, “Mezardakiler de oy kullansın.” dediler ve HSYK’nın yapısını altüst ettiniz, sonra “Niye biz bu HSYK’yı bu hâle getirdik.” diye ah vah edip durdunuz. Şimdi de bunun aynısını hükûmet sistemiyle ilgili, yarı başkanlık mı, başkanlık mı, cumhurbaşkanlığı mı, ne olduğunu daha sizin dahi bilmediğiniz bir konu üzerinde tartışıyoruz. “Cumhurbaşkanını halk seçsin.” dediniz, şimdi “iki başlılık” diyorsunuz. Memleketi resmen yazboz tahtasına çevirdiniz. Devleti, hukuku, Anayasa’yı oyuncağınız ettiniz. Şimdi de birisi istiyor diye diktayı dayatıyorsunuz. Dün de arkadaşlarımız önerdi, madem halkın cumhurbaşkanını seçmesi bu kadar ülkeyi sıkıntıya soktu, tek başına iktidar olduğunuz bir yerde bile ülkeyi yönetemiyorsunuz, istediğiniz kadar başbakan değiştiriyorsunuz, bakan değiştiriyorsunuz cumhurbaşkanıyken, bu Meclisin cumhurbaşkanını tekrar seçmesini sağlayarak, bu sıkıntıdan geri durabiliriz, bu iki başlılık dediğiniz konuya da son vermiş oluruz. “Yerli”, “millî” diyorsunuz, iki başlılık… Bu topraklarda kurulu olan Anadolu Selçuklu İmparatorluğu’nun bayrağı, sembolü iki başlı kartaldır ve bu topraklara aittir. Birleştirici cumhurbaşkanı yerine bölen, sadece bir bölümü temsil eden cumhurbaşkanı geliyor. Türkiye’de ortak değer bırakmıyorsunuz. Ortak üzülmeyen, ortak sevinemeyen bir topluma dönüştürdünüz Türkiye’yi son on dört yılınızda. Kutuplaştırmayı artıran, ülkeyi bölmeyi, iki partiye indirgeyip bütün partileri, farklılıkları yok sayan, farklı temsiliyetleri dışlayan bir tek adam rejimi dayatıyorsunuz. Gerekçede, cümlenin başında “cumhurbaşkanlığı seçimi”, cümlenin sonunda “başkanlık seçimi” yazıyorsunuz. Yani, bir Anayasa değişikliğinde dahi özen gösterme gereği duymuyorsunuz, bu millete büyük bir saygısızlıktır bu. Kuvvetler ayrılığı olmayan, demokratik olmayan bir rejim öneriyorsunuz. Kontrolsüz güç güç değildir, zorbalığı getirir bu gücü elinde bulunduran kim olursa olsun. Getirilen değişiklik, Anayasa değişikliği değil Anayasa’yı tağyir, tedbir ve ilga eden yani bozan, değiştiren, ortadan kaldıran ve Hükûmeti, Meclisi görevini yapamaz hâle getiren bir düzenleme maalesef. Bu taslak, hem milletvekillerini yani milletvekilleri olarak bizi hem Anayasa’yı hem Meclisi ortadan kaldıran resmen bir canlı bomba eylemi. Üzerine canlı bomba yeleği giymiş gibi kendinizi yok edeceksiniz, yetkisiz kılacaksınız, bir muhtar kadar bile değeriniz kalmayacak, hiçbir temsiliyetiniz, hiçbir yetkiniz olmadığı hâlde -arkadaşlarımızın da dediği gibi- birer bankamatik memuruna dönüşeceğiz. Aynı bu Anayasa teklifiniz gibi Anayasa’mızın değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez maddelerine aykırı, o maddeleri yok eden Anayasa taslağı versek ve Türkiye muz diktatörlüğü teklifi getirsek Anayasa Komisyonunda onu da mı tartışacaksınız? Çünkü değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek olan değişiklikleri siz burada getirmiş durumdasınız.
400 kişinin 1 kişiyi ancak suçlayabileceği ve kendisinin seçtiği Anayasa Mahkemesi yargıçları tarafından yargılanıyormuş gibi yapıldığı bir sistem öneriyorsunuz. Ama, bu 1 kişi 600 kişiyi yok saydığı gibi, bir anda, istediği anda yok edecek ve feshedebilecek. Bu sistem, resmen imha üzerine, istediği zaman keyfiyetle yok etmek üzerine kurulmuş bir sistem. Bu dengesizlik denge denetleme kurulunun olmadığı ve bunun da artırılacağı diye bize yutturulmaya çalışılıyor, aklımızla alay ediliyor. Seçime katılımın yüzde 80 olduğunu farz edersek, toplam katılanların da yarısı oy verse yani yüzde 40’la yüzde 60’a tahakküm edecek bir yetki paylaşımı söz konusu olacak. Yani, yüzde 40’la bu ülkenin yürütmesi tek bir kişiye teslim edilmiş olacak. Bunun ne kadar tehlikeli olduğunu ve o geride kalan yüzde 60’ın bu işi hazmedemeyeceğini siz anlamıyor musunuz, düşünmüyor musunuz?
Diktatörlük, tek adam rejimleri ülkelerine ve bölgelerine çok büyük acılar yaşatmıştır ve hâlen de yaşatmaktadır. Yangından mal kaçırır gibi, ülke yangın yeri, siz Anayasa çıkarma, Anayasa değiştirme telaşına tutuldunuz. Daha dün 2 askerimiz yakılarak şehit edildi maalesef IŞİD tarafından. Anayasa profesörleri yok, barolar yok, birisinin borusunu öttürmeye çalışıyoruz resmen burada. Yani, bize dayatılan bir şeye teslim olmamız isteniyor, bu mümkün değil.
Anayasa Mahkemesi kararını tanımayan, kararına saygı da duymayan birisi -az önce Sayın İyimaya’nın da dediği gibi- “Anayasa’yı bir kere delmekten bir şey olmaz.” diyordu ama Cumhurbaşkanı da “Anayasa Mahkemesinin kararlarına uymuyorum, saygı da duymuyorum.” demişti ve biz onun isteği üzerine ülkeyi büyük tehlikelere sürüklüyoruz. Birisi kanuna uymadığı için, kanunun ötesinde Anayasa’yı ona uydurmaya çalışıyoruz.
Biliyorsunuz, son dönemlerde çocuğa tecavüz edenle o çocuğu resmen evlendirecek şekilde bir yasa düzenlemesi getirildi ve fiilî bir durum var, bu çocuğu, 18 yaşından küçük bu çocuğu o tecavüz edene verelim dedik. Burada da “Anayasa’ya uymayan fiilî bir durum var.” diyen birisine Anayasa hazırlıyoruz, bu kabul edilemez. Anayasa’yı yok sayanın “Banayasayı yapın.” demesiyle anayasa yapmak ne kadar doğru, ne yaptığımızın farkında mıyız arkadaşlar? Hani bizde tıpta bir şey vardır, farik ile mümeyyizlik yani kendimizi yok edeceğiz, ülkeyi büyük bir tehlikeye atacağız ve biz bununla ilgili olarak düzenlemeler yapıyoruz burada.
Az önce işte “Gizli oylamayla Anayasa mı değiştirilir?” dedi İyimaya. Başında sopayla, zabitlerle, parti komiserleriyle gizli oylama olması gerekirken gizli oylama yaptırılmadı ve pusulalar tek tek toplandı, resmen milletvekillerine sopayla oy kullandırıldı. Biz bunları bu Mecliste maalesef gördük. Yani, gizli oyla olması gereken şeyleri gizli oyla yapmıyorsunuz, “Fiilî bir durum var.” deyip onu da fiilî duruma, Anayasa’ya uymayan, yasaya uymayanlara uydurmaya çalışıyorsunuz. “Vesayet, vesayet” diyorsunuz, “Birkaç kurumun vesayeti var.” diyorsunuz ama en büyük vesayet kurumunu siz kuruyorsunuz. Bir tane seçilmişin atadıklarına millet egemenliğini kullandırıyorsunuz. Tek kişi vesayetine ülkeyi teslim ediyorsunuz. “Atanmış kurumlarla yetkiyi paylaşmayalım.” derken bütün kurumlara atanan kayyum yöneticilere milletin iradesini, yetkisini teslim ediyorsunuz, tam bir vesayet rejimine doğru götürüyorsunuz Türkiye’yi. Bakanlar sekreterlik ve şube müdürlüğü pozisyonuna getiriliyor. Yönetmelik çıkarma görevi bile Cumhurbaşkanına veriliyor bu sistemde. Yani, yönetmeliği Cumhurbaşkanı çıkaracak, yasaları Cumhurbaşkanı çıkaracak, bu kadar bürokrata ne gerek var, bu kadar Meclise ne gerek var, bunun adına “krallık” diyelim, “diktatörlük” diyelim, hepimiz de işimize, gücümüze bakalım, başka, daha faydalı alanlarda bu ülkeye, insanlara faydalı olalım.
Biliyorsunuz taslak getirilirken değiştirilmişti, eski imzalar kullanılmıştı. Daha bu Anayasa değişikliğinin başında bile sahtekârlık var, riyakârlık var. Yani, daha sunulurken bile bu kadar sahtekârlık yapılan bir işlemin bu ülkeye hayır mı getireceğini düşünüyorsunuz?
Bu Anayasa değişikliği teklifi kuvvetler ayrılığını, denge ve denetlemeyi yok eden, kontrolsüz, otoriter, faşist, diktatoryal bir rejime doğru götüren değişiklikler maalesef. 12 Eylül darbe anayasasının imkân tanıdığı, demokratik imkânlarını hâkim huzurunda ön seçimi bile yapmayanlar yani bugün AKP 12 Eylülün anayasasının bile müsaade ettiği demokratik imkânları hiç kullanmışken, onun çok daha gerisindeyken 12 Eylül anayasasının, seçilmiş Başbakanın yerine kayyum başbakan atarken parlamenter sistemden şikâyet etmeye hakkı yok diye düşünüyorum. Parlamenter sistemin eksikleri var mı? Var ama bu sistemde bile demokratik temsiliyetler oluşturulabilir, bunların hiçbirisini yapmıyorsunuz.
Yüzde 10 baraj koydunuz, biliyorsunuz yüzde 10 baraj koydu 12 Eylül anayasası ve bu barajı hiç kaldırmayı düşünmediniz çünkü bu baraj sayesinde ilk seçimde iktidara gelmiş oldunuz ve yüzde 34 oy alarak yüzde 60’ın üzerinde bir temsiliyet sağladınız. Buna “aşkın temsiliyet” deniyordu, bu taşkın bir temsiliyet oldu ve o taşkınla ülkeyi uzun süre idareniz altında tuttunuz. Bunları kaldırmadınız, bir de ülkenin demokratikleştirilmesinden bahsediyorsunuz, demokrasi getireceğinden bahsediyorsunuz, burada hiçbir samimiyet yok.
4 parti 69 madde üzerinde anlaştı ama bunları, maalesef, Meclise getirmediniz, getirmediğiniz gibi sanki bunlardan haberi yokmuş gibi bazı arkadaşlar “Biz bu 69 madde üzerinde anlaştık, CHP kabul etmedi.” gibi bir yalan, iftira kampanyası yürütüyorlar. Genel Başkanımız ve milletvekili arkadaşlarımız, genel başkan yardımcılarımız defalarca üzerinde anlaştığımız maddeleri Meclise getirin dedik, hiçbir zaman getirmediniz ve bunun arkasından da bir sürü yalan ve iftira kampanyası yürütüyorsunuz ve halkın yeni anayasa talebini de hep istismar ettiniz durdunuz diğer bütün alanları istismar ettiğiniz gibi. Sadece 2 partinin, AKP ve MHP’nin taslağı milleti daha başlangıcında böldü. Bir toplumu daha başlangıcında ikiye bölüyorsanız buradan bölünme çıkar, buradan çatışma çıkar, buradan bu ülkeye huzur, refah barış getirmez bu değişikliklerin hiçbirisi. Yalanın toplumsal olarak örgütlenmesi toplumun kendine saygısını da kaybettiriyor.
“Musul, Musul” dediniz ve insanların kafasına öyle şeyler yerleştirdiniz ki gitti 22 yaşında bir genç Rus Büyükelçisini öldürdü. Şimdi, öyle bir şeyi kampanya hâline getiriyorsunuz ki bu kampanyanın nelere mal olacağını hiç hesaba katmıyorsunuz. Yani, bir fayda olacak diye bir havuz medyası aracılığıyla insanları sanal gerçekler üzerinden kamplara bölüyorsunuz.
Suriye’yle, İsrail’le ilişkiler nasıl bir kaotik sürece girdi ve sonunda geldiğimiz nokta ortada, medyanın durumu ortada. Cumhuriyet gazetesi gerçekleri duyurduğu için baskı altında kaldı. MİT’in aracılığıyla binlerce silah Suriye’ye gitti, o silahlar bugün maalesef bizim askerlerimizin şehit edilmesinde kullanılıyor, orada masum halkın katledilmesinde kullanılıyor. O süreçte bizim o yangına benzinle gitmemiz o bölge halkına çok daha büyük acılar yaşattı, milyonlarca insanın bizim ülkemize ve başka ülkelere gitmesine sebebiyet verdi. Sorumlu bir devlet, karşısındaki devleti muhatap alır, onun iç işlerine karışmaz, “Özgür Suriye Ordusu” dedikleri toplama çetelerle bir harekâta girişmez. Devletlerin muhatabı devletlerdir. Nasıl bizim ülkemizde başka organizasyonların kullanılmasını kabul etmiyorsak bizim de devlet vakarına yakışır bir şekilde böyle bir davranışta bulunmamamız gerekiyor.
Bugün de YOL TV’yi TÜRKSAT’tan çıkarıyorlar, böyle bir uygulamaya doğru gitti. Ülkede eğer bir karanlık süreç varsa halkın bunu duymaması için medya kanalları bir bir susturulur ve şu anda da onu yapıyorsunuz. 40’ın üzerinde televizyon, radyo ve gazete, maalesef, kapatıldı bu süreçte. Bu halkın gerçekleri görmesi önünde bu oluşturduğunuz maskeleme neyin hazırlığı, ülkeyi ne acılar bekliyor, doğrusu bu bizi, bütün Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını endişelendiriyor.
Faşizme geçişin bir özelliği çok partili siyasi hayatı ortadan kaldırmayı hedefine koyan, demokratik rejimi değiştirmek isteyen bir partinin ortaya çıkmasıdır ve bizler de böyle bir talihsiz dönem içerisinde bulunuyoruz. 7 Haziran sonrası kontrollü bir terör süreci yaşadık, Suruç’u yaşadık ve Suruç’u yaşadıktan sonra hemen biz Adıyaman’a gittik, orada araştırdık, orada mahkeme kayıtlarında Suruç katliamını yapan, Ankara katliamını yapan o Alagöz kardeşlerin, Yunus Emre Alagöz’ün, Şeyh Abdurrahman Alagöz’ün dinleme kayıtlarının biz mayıs ayından itibaren devlet kayıtlarında olduğunu, bir intihar eylemine hazırlandıklarını o kayıtlarda gördük. Ve o kayıtlarda gördükten sonra oradaki emniyet müdürlerine, oradaki yetkililere dedik ki: “Ya burada hücreler var, burada belli yapılar var, Dokumacılar Grubu diye bir grup var, büyük terör eylemine hazırlandığına dair de bulgular var. Yarın bunlar Ankara’da patlama yapacak, İstanbul’da bunlar patlama yapacak. Bizim vatandaşımızı, polisimizi, askerimizi katledecek. Lütfen bunlarla ilgili önlem alın.” Suruç’tan geçip 20 lira taksi ücreti ödeyerek bugün ben buradan havaalanına gitsem 20 liraya gidemiyorum. 20 lira veriyorsunuz, o Toros’lar hemen sizi o IŞİD’in kamplarına götürüyor. Ve biz bunlarla ilgili hemen emniyet müdürlüğünün yanı başında “Şu anda IŞİD’den katılıp buraya gelmiş olan bir kişi var, gidip bunun ifadesini alın.” dediğimizde o emniyet müdür yardımcıları bize dediler ki: “Seyahat özgürlüğü var, isteyen istediği yere gider, biz onlara bir şey soramayız.” Ve daha sonrasında Ankara katliamı yapıldığında o kişi yirmi altı dakika önce Ankara’ya geldi ve “Patlama yapacak.” diye bilgi vardı. O bilgi, polis teşkilatı içinde paylaşılmadı, sendikayla paylaşılmadı, o kişiler orada kurban edildi, 103 kişi orada kurban edildi. Ve biz bu kadar kaotik bir süreci yaşarken ne dediler? “Ankara patlaması sonucu oyumuz arttı.” Yani bu kadar talihsiz, bu kadar feci bir açıklama bu devlet vakarına yakışmıyor. Ceylanpınar…
HASAN BASRİ KURT (Samsun) – Bu kadar yalan olur mu ya?
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Nedir “yalan” dediğiniz, kim “yalan” diyor? Bunların hepsi ispatlı, bunların hepsi kayıtlı. Bunlar mahkeme dosyalarında var.
BAŞKAN – Sayın Şeker, siz lütfen devam edin.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Ankara Adliyesine gidin, bunlar polis raporlarında var arkadaşlar. Bu gerçekleri biz yok sayarak o katliamların önüne geçemiyoruz.
VELİ AĞBABA (Malatya) – Müfettiş raporu da var.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Hepsinde var, raporlarda hepsi mevcut.
Ceylanpınar’da 2 polisimiz şehit edildiğinde dedik ki “Bunun arkasını araştırın.” Önerge verdik Meclise, bu önergeyi reddettiniz. Niye reddediyorsunuz? “IŞİD terörünü araştıralım.”, reddediyorsunuz; “PKK terörünü araştıralım.”, reddediyorsunuz; bütün araştırma önergelerimizi reddediyorsunuz, sonra da diyorsunuz ki: “Bunlar, bu ülkenin gelişmesinin önünde engel.” Bu engelse bu engele, bu patlamalara seyirci kalanlar da bu işin bir tarafında mı acaba?
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Ali Bey, bir saniye. “Yalan” diyen için, “Davutoğlu: ‘Ankara olayından sonra oylarımız arttı.'” diye internete girerseniz…
BÜLENT TURAN (Çanakkale) – Öyle söylemedi.
AYKUT ERDOĞDU (İstanbul) – Hayır, cümle bu.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Cümle bu arkadaşlar, yani…
BAŞKAN – Sayın Şeker, siz lütfen devam edin.
Değerli arkadaşlar, lütfen konuşmacıyı dinleyelim.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Şimdi, arkadaşlar dün milliyetçiliği ayaklar altına aldınız, bugün de ayaklar altına aldığınız milliyetçiliği bayrak yapıyorsunuz. Daha çok şehit, daha çok milliyetçilik üzerinden oy konsolidasyonuna hizmet edecek politikalara yol veriyorsunuz. Süreç kontrol edilemeyecek bir döneme doğru gidiyor maalesef. Faşizme geçişte dikta heveslisi parti iktidardayken tarihsel bir andan faydalanarak 15 Temmuz sonrası yaşanan bu OHAL bir tarihsel süreç olarak algılanıyor. Demokrasiyi güvence altına alan kurumları yıkmıştır tarihte faşizme geçiş dönemlerinde, ardından da rakiplerinin siyasi varlıklarını ortadan kaldırmış veya bir bir yutmuştur. En son olarak da, şu anda MHP’yi yutmaktadır. Biz tıpta “fagositoz” diyoruz. Bir hücre gelir, onu çevreler, yutar ve eritir. Yani bu tıpta gördüğümüz durumu bugün tek tek görüyoruz. İşte Soylu’nun gelişini görüyoruz, Alparslan Türkeş’in gelişini görüyoruz, Numan Kurtulmuş’un gelişini görüyoruz; bunların gelmeden önce söylediklerini biliyoruz, geldikten sonra yaptıklarını…
MAHMUT TANAL (İstanbul) – Alparslan Türkeş değil, Tuğrul Türkeş.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Pardon Tuğrul Türkeş. Neyse, onun henüz gelmeye ömrü yetmedi, öyle diyelim. Yani en son da maalesef MHP yutuluyor. Dünyanın her yerinde de bu böyle olmuş. Diğer partiler, irili ufaklı partiler yok edilmiş ve tek partiye doğru olay götürülmüş. Bunların sonrasında önerilen yeni rejim her ne kadar demokrasi olarak adlandırılsa bile aslında demokrasi değil, güçler ayrılığı, çok partili sistem. Demokratik işleyen kurumlar olmadan ve azınlık hakları korunmadan demokrasi olmaz, çoğulculuk olmaz. Faşizmin yolunu aynı Hitler Almanyası’nda olduğu gibi çoğunluk demokrasisinin istismar edilmesi açmıştır ve bu sürece doğru maalesef, bir gidiş yaşıyoruz ülkemizde. Faşist rejimler ülkelere acı yaşatır, ekonomik çöküş yaşatır, çok büyük can kayıpları getirir. Çoğulcu değil, farklı olana, farklı düşünene, diğer renklere toleranssız, çoğunluk baskısı uygulayan zorba bir sistem gelir. Türkiye son yıllarda en huzursuz dönemini yaşıyor. Fiilî olarak 20 Temmuz darbesinden beri reklam fragmanlarını uygulamaya koyduğunuz başkanlık sisteminin ülkemizi götürdüğü felaketin içindeyiz. Ekonomik olarak dolar 3,5’u aştı. Siyasi olarak birçok insan işinden oldu; toplanma özgürlüğü yok, basın özgürlüğü yok, bütün özgürlükler kısıtlanmış durumda. Aslında, bu, başkanlık sistemi “Fiilî olarak uyguluyoruz, fiilî olarak uyguladığımız sisteme anayasayı uydurmaya çalışıyoruz.” diyorsunuz ya şu anda bu reklamları gördük. Daha ne göreceğiz? Bu sistemin ne olacağı, ne getireceği belli. 12 Eylül darbe anayasasının yerine, 15 Temmuzu fırsat olarak değerlendirip, lütuf olarak görüp 20 Temmuz OHAL darbe anayasası yapmaya çalışıyorsunuz. 12 Eylül Anayasası’nı cunta ve Aldıkaçtı yapmıştı, şimdi de Saray fermanıyla “kaptıkaçtı anayasası” yapıyorsunuz hem de OHAL sürecinde. O zaman sıkıyönetimde yapmışlardı, siz de OHAL’de yapıyorsunuz, değişen bir şey yok. Hâlbuki anayasalar olağanüstü dönemlerde değil, herkesin uzlaşı içerisinde olduğu, refah içerisinde ve barış içerisinde olduğu dönemlerde o barışı ileri taşımak için yapılır, çatışmayı ileri götürmek için değil.
“Yerli, millî” diyorsunuz ama “Akıl akıldan üstündür.” diye bir atasözümüz var. Siz tek akla bütün aklı, bütün temsiliyeti teslim ediyorsunuz. Ülkemizin bir şehri Hakkâri, bu anayasa değişikliğinde kendini temsil ettirmiyor. Hakkâri’nin temsil olmadığı bir yerde orada da bir bölünme var yani Hakkâri’yi siz yok sayabilirsiniz, il olmasını da elinden alabilirsiniz -cumhuriyetin ilk vilayetlerinden- ama onların da temsilcilerinin olmadığı bir durumda bunu hazırlamak herhâlde doğru bir şey değil.
Gençler oturmuş afiş hazırlamışlar “Gençler başkanlık istiyor.” diye. Her yerde vardı, 15 Temmuzdan önce gördünüz herhâlde. Sonra 15 Temmuz oldu, epey bir süre gençler istediklerini unuttular, sonra yine başladılar “Gençler başkanlık istiyor.” diye ama siz burada diyorsunuz ki “partili cumhurbaşkanlığı” yani o kadar hızlı değişiyorsunuz ki sizin ajanslarınız bile bu değişikliğe ayak uyduramıyorlar. “Gençler partili cumhurbaşkanlığı istiyor.” diye afişler hâlâ yok ortalıkta.
HAYDAR ALİ YILDIZ (İstanbul) – Gençlere karışmayalım, gençler işini bilir.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Gençlere karışmıyoruz ama gençlerin adına afiş hazırlıyoruz. Aslında “partili cumhurbaşkanlığı”, “başkanlık” da değil, bunun adı “diktatörlük”. “Gençler diktatörlük istiyor.” diye assanız fiilî duruma çok daha uygun olur, gerçekçi olur. Anayasa Mahkemesinin…
SALİH CORA (Trabzon) – Bunlar hiç doğru değil Ali Bey.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Yani bunlar bizim düşüncelerimiz. Umut ediyoruz haksız çıkarız, çok da seviniriz yani bu bu konuda çok seviniriz.
Anayasa Mahkemesinin doğrudan doğruya ya da dolaylı olarak tüm üyelerini belirleyen bir Cumhurbaşkanı; bu Cumhurbaşkanını, seçilmiş olanı, seçilecek olan, hani siz diyorsunuz ya “Bu, Recep Tayyip Erdoğan için değil.” diye, kişiyi yargılayacak o seçtikleri kişiler.
Meclisten düşünmeden karar çıkartıp sıkıntıyı halka çektirmeye hakkımız yok diye düşünüyorum. Burada sonuçlarını düşünmeden parmak kaldırmanın bedelini fakir fukara çocukları canlarıyla ödüyor. Suriye’de bugüne kadar 39 askerimiz hayatını kaybetti, şehit oldu. Dün de 2 rehin askerimizin vahşice, barbarca yakıldığına dair görüntüler, maalesef, sosyal medyada yayınlandı.
BAŞKAN – Sayın Şeker, kusura bakmayın, bir araya gireyim.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Tabii.
BAŞKAN – Bu 2 askerimiz ve DEAŞ’la ilgili görüntüler, biliyorsunuz, yayınlandı. Onunla ilgili de, biliyorsunuz, savcılığa o görüntülerdeki kişilerden birisinin babasının müracaatı var; onların DEAŞ’ın kendi militanları olduğu yönünde bilgi var. Onlar bizim askerlerimiz değil, ben sadece bilgiyi düzeltmek istedim.
Siz lütfen devam edin.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Şimdi, birisi sınırda kaçırılan bir asker, birisi de istihbarat görevlisi olduğu iddia edilen sonuçta 2 Türk vatandaşı, bir başka Türk vatandaşının da konuştuğu bir videoda -yani, o yakanlar da Türk vatandaşı- böyle vahşi bir durum var. Bunun mutlaka aydınlatılması, bu konuda Hükûmetin de bize acilen bilgi vermesi gerekiyor. Bu, Türkiye için yazık…
SALİH CORA (Trabzon) – Onlar provokatif söylentiler.
ALİ ŞEKER (İstanbul) – Provokatif de olsa biz daha öncesinde, bakın, böyle barbarca işler yaptıklarına, maalesef, şahit olduk. Umut ediyorum ki bunlar provokotif, sanal görüntüler olsun; inanın, böyle bir şey olduğunda hepinizden çok sevinecek olan benim.
Şimdi, bunun daha öncesinde, gerçek olan, katledilen yurttaşlarımızı, başka ülke yurttaşlarını gördük ve bunu, bu vahşice katliamlarını sürekli yayınlıyor bu örgüt. Bunların, maalesef, bir kısmı gerçek en azından.
Biz halktan rejim değişikliği için yetki almadık arkadaşlar; birilerinin ihtiraslarına aklımızı, yetkimizi, halkımızı ve Meclisimizi teslim etmek için yetki de almadık. Biz burada halkın çıkarlarını, halkın temsiliyetini korumak için yetki aldık, bu yetkiyi de istismar etme hakkımız ve haddimiz yok diye düşünüyorum. Herkes bir kişi gibi inanmak, yaşamak, düşünmek zorunda değil. Demokrasinin dinamiklerini bu tekliflerle dinamit gibi tahrip ediyorsunuz. Şu anda bile yargı millet adına, adalet adına değil “Saraydaki ne der?” diye karar veriyor. Hâkimler diyor ki: “Ben yanacağıma yargıladığım kişi yansın. Eğer ben bunu salarsam Saray’dakine bunu anlatamam, o zaman bir sıkıntı varsa bu sıkıntıyı benim yargıladığım çeksin. Ben bunu salarım da yarın, bir gün beni görevden alacaklarına varsın cezasını bu çeksin.” diyor. “Saray’daki ne der?” diye rehin alınmış bir adli yapıyla biz adalet, hukuk dağıtamayız. Adalet resmen rehin alınmış durumda. Padişahlık döneminden tek parti devletine, parti devletinden çok partili sisteme ve çok partili bir devlete doğru döndük. Sonra siz geldiniz tek parti sistemine, parti devletine, tek adama ve oradan da yine monarşiye doğru ülkeyi geriye doğru götürüyorsunuz.
Başkanlık rejimleri “zengin diktatörler, fakir ve sefil halk” demektir. Biliyorsunuz, gelişmişlik sıralamalarında en son sıralardakilerin yüzde 90’ı başkanlıkla yönetilen sistemler. Brunei Sultanı, Bhutan Sultanı zenginlik içerisinde yüzerken halkı sefalet içerisinde.
Dün “Irsî olarak geçerse monarşi olur.” diyordunuz, “Irsî olarak geçmediği için bu monarşi değil.” diyordu Sayın Komisyon Başkanımız.
Şimdi, monarşi çeşitleri: Bir, saltanat haklarının sınırlanmasına göre mutlak monarşi ve meşruti monarşi olarak 2’ye ayrılıyor; bir de hükümdarın tahta geçiş biçimine göre ırsi monarşi ve seçimli monarşi dedikleri 2 monarşi var. Yani, seçimle de monarşi olabiliyor ve bunun da dünyada örnekleri var. Saltanat haklarının sınırlanmasına göre bu kadar çeşitlilikler içeriyor monarşi. Yani, seçimle geldi diye “Bu, monarşi değil.” demek kabul edilebilecek bir şey değil.
Bir patriyarkal monarşi var; bu tür monarşilerde hükümdar bir baba olarak sunulur, aile içinde babanın iktidarı ve otoritesi devlet düzeyine aktarılmıştır. Dolayısıyla, bu anlayışta devlet genişletilmiş bir aile olarak düşünülmüştür.
Bir de partimonyal monarşi var; bu anlayışta ülke, padişahın kişisel mülkü olarak telakki edilir. Bu tür monarşilerde hükümdar zenginliğin ve büyük bir ekonomik gücün sahibi olarak ortaya çıkar. Özellikle hükümdar ülkenin en büyük toprak sahibi durumundadır. Ülke âdeta hükümdar çiftliği konumundadır. Özellikle feodal monarşilerde kral, derebeylerinin şefidir. Derebeyleri krala şahsi olarak bağlıdır, yaşamına ve ölümüne hizmet ederler; karşılığında ise kralın korumasını ve değişik şekillerde kraldan yardım alırlar.
Mutlak monarşi bazen despotizme döner, zorbalığa döner. Monarşinin daha da ilerisi, bu mutlak monarşi maalesef, birçok yerde despotizme dönüşmüştür. Montesquieu’nun isabetle belirttiği gibi, monarşik bir Hükûmet tek kişinin ama önceden konulmuş ve tespit edilmiş kanunlara göre yönettiği bir Hükûmettir. Oysa, despotizmde kuralı ve kanunu olmayan biri her şeyi kendi iradesiyle ve kaprisleriyle yönetir.
Günümüzde Avrupa’da mutlak monarşi kalmamıştır. Mutlak monarşiden meşruti monarşiye ilk önce İngiltere’de geçilmiştir, daha sonraları diğer Avrupa ülkelerinde geçilmiştir. Bizde de 1876’da Kanun-i Esasi’yle meşruti monarşiye geçilmiş ancak 1878’de Parlamento Abdülhamit tarafından tatil edilmiştir. 1908’de tekrar meşruti monarşiye geri dönülmüş, 1909 Anayasa değişiklikleriyle meşruti monarşi kuvvetlendirilmiştir. Günümüzde mutlak monarşileri -belli ölçülerde yumuşama olmakla birlikte- Suudi Arabistan’da, Bhutan’da, Brunei Sultanlığında örnek olarak görmekteyiz hâlâ.
Şimdi, “Halk cumhurbaşkanını seçerse yarı başkanlık olur.” diyorsunuz. Kenan Evren yarı başkandı sizin bu dediklerinizle çünkü yüzde 92’yle seçilmişti ve halk seçmişti. Biz Kenan Evren’i mi taklit ediyoruz yani onun yaptığı gibi bir yarı başkanlık sistemine mi devam ediyoruz?
Siz, değerli hukukçulara çağrı yapmadınız, akademisyenlere çağrı yapmadınız, barolara çağrı yapmadınız; bari biz onların görüşlerini Komisyona iletmiş olalım.
Turgut Kazan milletvekili arkadaşlarımıza bir yazı göndermiş, bunu tutanaklara geçmesi açısından Komisyonunuza iletmek istiyorum: “Bombaların patladığı, insanlık dışı katliamların ve büyük acıların yaşandığı, milletvekillerin, gazetecilerin tutuklandığı, her türlü ifade özgürlüğünün sınırlanıp yasaklandığı OHAL koşullarında çok önemli bir anayasa değişiklik teklifi Mecliste görüşülüp oylanacak. Bu teklifin 6’ncı ve 7’nci maddeleriyle önce yasama organının denetim yetkisi kaldırılıyor, 9’uncu maddesiyle de yürütme yetkisi Cumhurbaşkanına verilirken ona her alanda sınırsız yetki tanınıyor. Kendisine siyasi parti üyeliği ve başkanlığı yolu da açıldığı ve bu yolla partisinin milletvekillerini belirleme imkânı sağlandığı için Parlamento doğrudan Cumhurbaşkanına bağlanmış oluyor. HSYK’nın yapısını değiştiren 17’nci maddeyle de kurulu belirleme yetkisi Cumhurbaşkanı ile Parlamentoya paylaştırılarak tüm yargı Cumhurbaşkanına emanet edilmiş oluyor ve böylece bütün denetim yolları kapatılıyor. Ayrıca, hükümdara, krala, padişaha karşı parlamentoculuğun çıkış ve varlık nedeni olan bütçeyi kabul veya ret yetkisinin içi boşaltılıyor. Bütçeyi Cumhurbaşkanı hazırlıyor ama Parlamento reddetse bile önceki yıla ait bütçe artırılarak uygulanacağı için Cumhurbaşkanına dilediği gibi harcama imkânı tanınmış oluyor.
Sorumluluk konusuna gelince, ‘Fiilî durumu engelliyor, sorumluluğu getiriyoruz.’ açıklamalarına karşı ‘Cumhurbaşkanı hakkında bir suç işlediği iddiası…’ diye başlayan 10’uncu maddeyle kişisel suç ayrımı bile yapılmadan üçte 2 oy şartı konularak Cumhurbaşkanı göreviyle ilgili ya da ilgisiz tüm eylemleri için sınırsız korumaya alınıyor. Toplumumuzun önemli bir kesiminde demokrasi, şeffaflık, hesap sorulabilirlik ve hesap verilebilirlik açısından çok derin kaygılar yaratan bu teklifin anayasal yönteme uygun oylanabilmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı İsmail Kahraman’a yaptığım başvurunun bir örneğini takdim ediyorum. O başvuruda vurgulanan Anayasa Mahkemesi kararı uyarınca gizli bir oylamanın sağlanması yönünde gerekli duyarlılığın gösterileceğine inanıyor, durumu takdirlerinize sunuyorum.” diyor. Milletvekili arkadaşlarımıza ilettiği mektubu bu.
İsmail Kahraman’a ilettiği bir mektup da var: “21 maddeden oluşan Anayasa değişiklik teklifi Başkanlığınıza sunuldu, bu teklif Anayasa Komisyonunda görüşülüp Meclis gündemine gelecek. Çok iyi bilindiği gibi, Anayasa’mızın 175’inci maddesine göre, Anayasa değişiklik teklifleri için gizli oylama mutlak bir yöntem kuralıdır, vazgeçilemez, ihmal edilemez. Ve gizliliğin ihlali yargı denetimine tabi bir konudur. Nitekim, Anayasa Mahkememizin 7/7/2010 gün ve 2010-87 sayılı Kararı’nda, bu gerçeğin vurgulandığını görüyoruz. Bakınız, 1/8/2010 günlü Resmi Gazete Sayı 27659 Evet, 12 Eylül 2010’da referanduma sunulan, 5982 sayılı Yasa’yla ilgili iptal davasında, geçerli bir kabul için, Anayasa’ya uygun yani gizli bir oylamanın şart olduğu açıkça belirtiliyor. Ama, dava dilekçesinde bu durumu ispatlayacak açık ve yeterli delil bulunmadığı gibi, bu usulsüzlük iddialarının ikinci tur oylamalarda gerçekleştirildiği de belirtilmediğinden iptal isteği reddedilmiştir.” diyor. Biz biliyoruz ki gizli oylamalarda nasıl aleni bir açık oy kullanıldığı ortada ve gerekçe olarak “bunlar delillendirilmedi” diyor ama bunların, artık her şeyin delili var, hiçbir gerçek gizlenemiyor artık.
“Demek ki geçerli bir kabul için, sadece evet oylarını saymak yeterli değildir Oylamanın da, mutlaka Anayasa’da öngörülen gizlilik kuralına uygun yapılması gerekir. Aksi hâlde, 5982 sayılı Yasa’da yaşananlara benzer baskı ve kontrollerle gizlilik ihlal edilir ve durum fotoğraflama, tutanaklara bağlama gibi yollarla kanıtlanırsa, değişikliğin iptalle sonuçlanması mümkündür Gerçekten, toplumun önemli bir kesimi, oylamada baskı ve denetimin devreye gireceği dolayısıyla gizliliğin ihlal edileceği kaygısını taşıyor.
Hangi maddelerin nasıl düzenlendiği görülmeden, hatta HSYK ile Anayasa Mahkemesini değiştirmeye yönelik çalışma yapıldığı bile bilinmeden atılmış 316 imzayla ancak 8/12/2016 akşamı tamamlanmış olan metnin sunulmuş olması, bu kaygıları daha da artırıyor.
Dolayısıyla, oylamada gizliliğin ihlal edildiği iddia ve tartışmalarının doğmaması için tedbir alınmalıdır. Örneğin, İç Tüzük’ün 139, 148 ve 149’uncu maddeleri ışığında, komiserlik görevi üstlenen bazı milletvekillerinin oy kullanacak milletvekiliyle birlikte oy kabinine girmesi veya evet oyu olan beyaz pulun atılıp atılmadığını kontrol için, oy verildikten sonra yeşil ve kırmızı pulları görme girişimlerine başvurulması mutlaka önlenmelidir. Örneğin, zil çalarak çağırma sistemi, oy verme yerinde toplanılmasını, kuyruk oluşturulmasını, bu yolla baskıya dönük bir kontrol kurulmasını önleyecek şekilde uygulanabilir ve Mecliste grubu bulunan partilerden eşit sayıda üye bu amaçla görevlendirilebilir. Hatta, sorunsuz bir oylama için, kamera sistemi konulabilir Böylece, duyulan kuşkular ve kaygılar giderileceği gibi, tartışmalar da önlenir.
Ayrıca, Anayasa’nın 96-(2) maddesiyle tanınan vekâleten oy kullanma kullandırma yetkisinin, birkaç yanlış uygulamaya rağmen, gizli oylamada geçerli sayılamayacağını belirtmek istiyorum. Ancak işaretle ve açık oylamada vekâlet verilebilir. Gizli oylama ise, belli konularda istisnai bir oylama şeklidir Anayasa değişikliği de, onlardan biridir. Vekâlet vermede, oyun rengi başkasına söyleneceği dolayısıyla gizlilik kalmayacağı için, Anayasa oylamasında kullanılamaz.”
HAYDAR ALİ YILDIZ (İstanbul) – Açık oy gizli sayım yapalım!
ALİ ŞEKER (İstanbul) – “Bu nedenlerle, böylesine önemli bir Anayasa değişikliği oylamalarında mutlaka gizliliği sağlayıcı tedbirlerin alınması ve bakanlar için vekâleten oy kullanılmasına da engel olunması gerektiğini belirtiyor, takdirlerinize sunuyor, saygılarımı sunuyorum.” diyor Avukat Turgut Kazan, bu ülkenin yetiştirdiği değerli hukukçulardan birisi.
Şimdi, bir diğer değerli hukukçu Anayasa değişikliği görüşüldüğü şu sıralarda, iki gün önce üniversiteden attığınız Anayasa Profesörü İbrahim Kaboğlu’nun bu demokrasiyi yok eden hukuk devletini, ortak devleti ortadan kaldıran teklifinizle ilgili değerlendirmeleri şöyle:
“Parlamentarizm kalkıyor ama başkanlık gelmiyor.
Bir tatil günü tarihsiz olarak Başbakan Yıldırım imzalı Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığına sunulan Anayasa değişikliği teklifi, siyasal rejim-siyasal sistem çatışmacı ekseninde ele alınıyor. Hükûmet ve çevrelerine göre bu bir sistem değişikliği; muhalefete göre ise bu bir rejim değişikliği. Uzman gözüyle durum ne -bu konuda bir değerlendirme yapıyor- her ikisi de bu sistemin içerisinde ama şu farkla: Aslında rejim değişikliğinden çok, yürürlükteki anayasal düzen ilgası söz konusu.” Az önce belirtiğim gibi anayasal düzen ilga ediliyor. “Yani, parlamenter rejimden başkanlık rejimine veya parlamenter hükûmet sisteminden başkanlık hükûmet sistemine geçiş yok. Kaldırılmak ve getirilmek istenen: Bazı sapmalara karşın parlamenter rejim çerçevesine dayanan hükûmet sistemi terk ediliyor. Ne var ki kurulmak istenen hükûmet sistemi başkanlık değil. Başkanlık olmayışı, hükûmetin lağvedilmesinden kaynaklanmıyor sadece; aynı zamanda başkanlık rejimini belirleyen özelliklerin de dışında kalıyor bu sistem.
Başkanlık ‘Karşılıklı bağımsızlık’ demek. Yani başkanlık rejimini niteleyen ana özellik, yargı bağımsızlığı temelinde yasama ve yürütme arasında geçerli olan ‘karşılıklı bağımsızlık’ ilkesi. Bu dört açıdan geçerli. Yasama ve yürütmenin birbirine karşı yapısal oluşumunda, görev ve yetkilerinde, işlev ve işleyişinde, sona ermesinde birbirine karşı bir bağımsızlık var. Bu bağımsızlık maalesef burada yok.
Parlamenter sistemde ise karşılıklı bir bağımlılık var. Bu dörtlü karşılıklılık ilkesi de parlamenter rejimde yerini ‘karşılıklı bağımlılık’ ilkesi alıyor. Oluşumu bakımından, görev ve yetkileri bakımından, işlev ve işleyişi ve sona ermesi bakımından karşılıklı bir bağımlılık var ama burada bu da yok.
AK PARTİ kurmaylarının parlamenter rejime yönelttikleri başlıca eleştiriyi hatırlatalım: Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmetin güdümünde. Bunu gidermenin birçok yolu -bakanlığa atanan kişinin milletvekilliğinin düşmesi, teklifteki gibi- bulunduğu hâlde; çözüm, rejim içinde değil dışında aranıyor. Yani bakanın bu sistemde milletvekilliği düşürülebilir, bunu önerebilirdiniz ama bunu önermiyorsunuz, onun yerine topyekûn Parlamentoyu pasif hâle getiriyorsunuz.
Anayasa Komisyonunda görüşülmekte olan teklif, yasama ve yürütme arasında karşılıklı bağımsızlık bir yana, ‘karşılıklı bağımlılık’ ilkesinden bile uzak. Daha doğrusu, bağımsızlık ve bağımlılık var bir arada ama karşılıklı olarak değil. Yürütme yerine kurumlar üstü ve bağımsız bir Cumhurbaşkanı, ona bağımlı bir Meclis var.
Cumhurbaşkanı seçimiyle aynı anda ve parti başkanı olması nedeniyle kendisinin belirleyeceği adayların Meclis çoğunluğunu oluşturmasına yönelik bir düzenleme var burada.
Görev ve yetkileri bakımından da 1982 Anayasası’nda hükûmete yetki kanunuyla verilen kanun hükmünde kararname yetkisi, teklife göre, Cumhurbaşkanı tarafından, Anayasa’da açıkça kanuna yollama yapılmayan her konuda kullanılabilecek durumda. Bakanlıklar üzerinde her türlü düzenleme yapabilecek. Öte yandan, Cumhurbaşkanı yetki yasasına gerek olmaksızın kararname çıkarabilecek, tıpkı OHAL kanun hükmünde kararnameleri gibi. Yani, bundan sonra sürekli olağanüstü hâl varmış gibi yaşayacağız ama hepsini tek başına ‘Cumhurbaşkanı kararnamesi’ adı altında yapacak, Meclisten yetki de almayacak. Buna karşılık, düzenleme yetkisi bakımından yasama organının genelliği ve asliliği ilkesi ortadan kalkmış oluyor Meclisin yetkisi kaldırılarak, sadece belli alanlara indirgenmiş durumda Meclisin yetkisi.
İşlev ve işleyişi bakımından da bütçe kanun teklifi ve belirtilenlerin ötesinde, Cumhurbaşkanının tüm düzenleme yetkileri, yasama ve yürütme işlev ve işleyiş dengesini altüst edecek durumda. Buna karşılık, Meclisin Cumhurbaşkanı ve maiyetindekiler üzerindeki denetim yetkisi de tamamen göstermelik kalacak. Şöyle ki: Cumhurbaşkanı partisinin Türkiye Büyük Millet Meclisinde çoğunluk elde etmesi mantığına dayanan teklif, soruşturma önergesi verilebilmesi için bile salt çoğunluk, soruşturma açılması için 3/5, Yüce Divana sevk için 2/3 çoğunluk sayısı arandığına göre, sorumluluk mekanizması sadece kâğıt üstünde kalacak. Öyle ki aynı usul ve görev sonrası dönemler için de öngörüldüğünden, görevden kaynaklı suçlar ömür boyu cezasız kalacak.
Sona erme bakımından da birbirine etkisi: Cumhurbaşkanlığı ve Türkiye Büyük Millet Meclisi seçimleri birlikte yenileneceğinden, görevin sona ermesindeki karşılıklı bağımsızlık ilkesi de geçerli olmayacak burada.
Sonuç olarak tek yanlı, çifte bağımsızlık var. Siyasi ve hukuki bakımdan Meclisin ise Cumhurbaşkanına çok yönlü bağımlılığı var burada; çoğulcu siyasal rejim dışı ve Anayasa’ya aykırı. Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükûmet karşısında bağımsız hâle gelmesi bahanesiyle parlamenter rejim lağvedilirken tam tersine tek yanlı olarak güdümlü kılınıyor. Başka bir deyişle teklif, parlamenter rejimi ilga ederken başkanlık rejimini ihdas etmiyor. Kurulmak istenen yönetim şekli yarı başkanlık ve Meclis hükûmeti de olmadığına göre ne peki?” diyor. Siyasal rejimler veya hükûmet biçimleri yargı bağımsızlığı ekseninde yasama ve yürütme arasındaki ilişkiler bağlamında anlam kazanır. Yürütme organını bile lağvederek yürütme yetkisinin tümünü, yasama yetkisini kısmen tek kişinin uhdesine yönlendirmeyi, yargı örgütünü de aynı kişinin güdümü altına almayı öngören teklif erkler ayrılığı şeması dışında kalmakta ve çoğulcu siyasal rejimlere yabancı bir düzenlemenin kapısını aralamakta. Hâliyle Anayasa’nın değişmez kuralı olan cumhuriyetin demokratik hukuk devleti niteliğine yani Anayasa’nın 2’nci maddeye açıkça aykırılık oluşturmaktadır. Bu ortaya koyduğu işlevler bakımından bu değiştirilmesi dahi teklif edilemeyecek yasaları yok hükmüne düşürmekte, hukuk devleti olmaktan çıkarmaktadır ülkemizi.
Deneyimli avukat, eski Türkiye Barolar Birliği Başkanı yani yerli ve millî bir hukukçu olan anayasa profesörü Rıza Türmen de bu konuda uyarıyor. Turgut Kazan uyarmıştı, biliyorsunuz, yetiştirdiğimiz değerli bir hukukçudur, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde de görev almış olan Rıza Türmen bu konuda şöyle diyor. Turgut Kazan yaşıyor yani ben Türmen için dedim. Türmen, “Başkanlık sisteminin oylamasına ilişkin Sayın Cumhurbaşkanıyla ilgili bir plebisit bu. Bu, demokrasiye has bir özellik değildir. ‘Evet.’ ya da ‘Hayır.’ demek otoriter rejimlerde görülen şeylerdir. Kapalı kapılar arkasında 2 parti konuşuyor, bir öneri getiriyor, sonra demokratik olmayan serbest, tartışma olmayan bir düzende referandum yapıyorsunuz. Bu, elbette demokratik olmuyor.” açıklamasında bulundu. Referandum için “Yetmez ama evet.” adı altında kampanyalar yürütüldüğünü ancak o gün “Evet,” diyen aydınların “Kandırıldık.” dediklerinin anımsatılması üzerine “Koşullar yetmez ama evet döneminden farklı bugün için, o zaman AKP’nin ne yapmak istediğinin tahmin edilemediği bir dönemdi ama bugün böyle bir yanılgıya yer yok. Bugün ya demokrasiye ya da diktatörlüğe ‘Evet.’ diyeceksiniz.” diyor Rıza Türmen. “Bugün bağımsız yargıdan söz edilemez.” diyen Türmen “Yargı tamamen yürütmenin kontrolünde.” değerlendirmesini yapıyor. Seçimlerin demokrasilerin ön koşulu olmasının yanı sıra bir değerler bütünü olduğunu ifade eden Türmen “Yargı, yürütme ve yasamanın sınırlarını çizer ve diğer erklerden farklıdır.” diyerek kuvvetler ayrılığına dikkat çekiyor.
Avrupalı hukukçuların Türkiye’nin durumuna ilişkin gözlemlerine de değinen Türmen, “Büyük bir endişe var, biz Türkiye’ye karşı yapılmış bir komplo olarak görüyoruz bu endişeyi… Ve ben bunu anlamakta güçlük çekiyorum. Demokratlar grubunda olmak istiyorsanız bu standartlara uygun davranmak zorundasınız. Bugün eleştiren aynı çevreler 2002’de başka şeyler söylüyorlardı ve Türkiye’yi örnek gösteriyorlardı; bunu düşünmek lazım.” ifadesini kullandı. “Biliyorsunuz, Avrupa Birliğine gireceğiz diye özgürlükler, demokrasi, insan hakları alanında adımlar atılıyorken Avrupa Türkiye’yi övdü ve o gün de AKP iktidardaydı. Bugün onlar mı değişti, AKP mi değişti? Bunu siz biliyorsunuz.”
Başkanlık sistemini de içeren Anayasa değişikliğinin Türkiye’yi demokrasiden uzaklaştıracağını ve Meclise getirilen önerinin bu durumu yasallaştıracak bir öneri olduğunu dile getiren Türmen “Mevcut otoriter yönetimi yasal düzleme taşıyacak bir öneridir bu, kuvvetler birliğine yol açacaktır. Bu, diktatörlük demektir.” diyor Türmen. “Başkanın hem yargıyı kontrol edeceğini, aynı zamanda parti başkanı olacağını ve Meclisteki çoğunluğu kontrol edeceğinden başkan yürütmenin kendisi olacak ve parti başkanı olacaktır, bu da kutuplaştırmayı daha da artıracaktır.” “OHAL döneminde referandum ne kadar doğrudur?” sorusuna da “Halkın bilgi alma hakkının ortadan kaldırıldığı ortamda referandum ve her tür seçim ne kadar doğrudur? Referandumdan yüzde 51 çıksa, yüzde 49 reddediyor demektir yani toplumun yarısı reddediyor demektir. Bunun için uzlaşma sağlanması gerekiyor. Kasım 2012’ye kadar AKP parlamenter sistemin güçlendirilmesini öneriyordu, başkanlık tartışmalarını toplumsal bir ihtiyaç doğuracak ortam oluşmadı. MHP’nin tutumu gerçekten garip bu dönemde.” diyor. “MHP Anayasa Komisyonunda görüşülürken başkanı halkın seçmesine bile karşıydı, Parlamento tarafından seçilmesi yönünde öneri getirmişti. Ne oldu da tutum değiştirdiler anlayamıyorum.” diyor Profesör Türmen.
Şimdi, Anayasa’nın değiştirilmesiyle ilgili Almanya’dan da Berlin Üniversitesinden Boysen şöyle diyor: “Dünyamızda devlet sayısı kadar anayasa sayısı vardır ve hemen hemen hepsi belli bir formda hukuki olarak yazılı bir anayasa metninde yer alır. Bu yüzden, bütün anayasal düzenlemelerin temel bir problemi var, anayasanın değiştirilmesi problemi. Her anayasa için de istikrar ve değişen şartlara uyum gösterme sabitlik ve esneklik arasındaki temel gerilimi barındırır. Her anayasa sürekliliğe dayanır. Aksi takdirde, herhangi bir yasadan farkı kalmaz. Ama, her anayasa aynı zamanda değiştirilmesinde izlenecek yöntemi ve değiştirilmesinin sınırlarını da düzenler. Bu düzenlemeler çok farklıdır. Anayasanın değiştirilmesinin pratiği de farklılık gösterir. Alman Anayasası var olduğu altmış yıl içerisinde çok sık, tam olarak söylemek gerekirse 57 kez değişmiştir.” diyor. Yani, ortalama olarak her yıl bir kez değiştirilmiştir. “Ancak, yapılan değişikliklerin çoğu çok sayıda normun değiştirilmesini içermektedir. Aynı zaman dilimi içerisinde Japonya’nın Anayasası benzer şeklinde savaş sonrası ürünü olması ve devletin ve toplumun köklü gelişmelere uğradığı dönemlerden geçmesine rağmen bir kez bile değişikliğe uğramamıştır. Amerika Birleşik Devletlerinin Anayasası 200 yaşını geçmiş olmasına rağmen sadece 27 kez değişmiştir. Bunun 10’u da ilk dört yıl içerisinde değişmiştir.” Yani, yüz doksan yıl içerisinde sadece 17 kez Amerikan Anayasası değişmiştir, o çok övdüğünüz başkanlık sisteminin anayasası. “Anayasaların değiştirilmesine ilişkin sorun, diğer yasaların değiştirilmesine ilişkin sorundan çok daha problemlidir. Anayasalar özel bir doğruluk iddiası, özel bir sonsuzluk paltosu içerirler. 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi buna sadece bir örnektir. Bu bildirge tüm zamanların ve tüm ülkeler için doğruları taşıdığı iddiasıyla ortaya çıkmıştır. Doğrular, bilindiği gibi, zaman aşımına uğramazlar, tekrarlanabilirler ama geri de bırakılamazlar. Hukuk normları için bu geçerli değildir. Yeni tarihli çıkan kanun eskisinin yerine geçer. Anayasa sair yasaların üzerindedir ve bu nedenle yasa koyucuyu bağlayan yasadır. Anayasa’nın önceliği demek, yasa koyucunun demokrasiyle seçilmiş olanın da alt sırada kalması demektir. Bu çerçeveden bakıldığında, anayasanın değiştirilmesi kendiliğinden anlaşılamayan bir yetkidir. Asıl norm koyucunun kendisi değil, bir başkası, alt sıradaki yasa koyucu bu değiştirme yetkisine sahiptir. Anayasayı değiştirme gücünün bu bağlamda anayasayı düzenleyen güç ile diğer yasa koyucu güç arasında kalan özel bir yeri vardır. Bu anayasanın devrim niteliği ve onun devrim yapıldıktan sonra rutinleşmesi arasında sağlanan bir uzlaşmadır aslında.”
Şimdi, anayasalar değiştirilirken bir geniş uzlaşı aranır. Bu geniş uzlaşı, burada en fazla yüzde 50 civarında bir uzlaşı sağlanabileceği görülüyor. Bu geniş uzlaşı dediğimiz yüzde 80-90 oranıdır. Eğer yüzde 80-90 oranı olursa, ki bile… Yani yüzde 92’yle gelmiştir 12 Eylül anayasası, o bile bugün üzerinde tartıştığımız bir konu çünkü darbe sonrası dönemde sıkıyönetim sonrasında hazırlanan bir anayasa değişikliği. Şimdi, biz aynı ortamda OHAL sürecinde yüzde 50’yle bir Anayasa değişikliğini bu halkın önüne getiriyoruz. Bu ancak olsa olsa bölünme yaratır, olsa olsa çatışma yaratır.
Anayasa’nın esası yani Anayasa’da hep aynı kalan ve Anayasa’nın istikrarını emniyet altına alan şey değişebilen diğer düzenlemeler yanında değişmeyen maddeleridir ve ilk 3 maddenin değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini yazan Anayasa’mıza rağmen, Anayasa’mızın demokratik, laik, sosyal hukuk devleti ilkesi, hukuk devleti olma ilkesi ortadan kaldırılıyor bu düzenlemelerle. Görünüşte hukuka uygun olan bir diktatörlüğe geçişi engellemek amaçlanır anayasalarda ve müdahalenin hukuka uygunluk maskesi altında yapıldığı dönemlerde de anayasa yok sayılıp, yok edilip hukuk dışı bir yönteme geçildiğinin örnekleriyle dolu dünya anayasaları.
Şimdi, bu getirmiş olduğunuz anayasada yedek milletvekilliğinin ne gibi bir sakıncası var, bunu belirtelim. Yedek milletvekilliği millî iradenin ara denetim yapma olanağını ortadan kaldırır. İki seçim arasında milletin iradesinde değişme olduğunda bunu sandığa yansıtarak partileri uyarma olanağı kalmaz. Ara seçimler, halka o zamana kadar yanlış yapan iktidarları sandık yoluyla denetleme imkânı verir. Bunun en somut örneği -daha önce arkadaşlarımız da bunun örneğini verdi- 14 Ekim 1979 ara seçimleri. 1979’da beş seçim çevresinde ara seçim yapılmış, tümünü muhalefet partisi olan Adalet Partisi kazanmış; iktidardaki CHP, Hükûmetten istifa etmiş ve sonuçta 42’nci Hükûmet düşmüş, 43’üncü Hükûmet kurulmuştur. Yedek milletvekilliği sistemi milletin iktidarı denetlemeye dönük bu mekanizmasını da elinden almaktadır. Yani, beş yıllığına seçilen bir Hükûmet ve Cumhurbaşkanı ve bu arada beş yıl içerisinde hiçbir şekilde halkın geri çağırma olanağı olmayan bir sistem. Ne kadar suç işlerse işlesin, ne kadar yanlış yaparsa yapsın beş yıllığına bütün halkın olanakları, yetkisi, temsiliyeti, imkânları bir tek kişiye teslim ediliyor ve onu yargılayacakları da kendisi belirliyor. Bugün diyelim ki oldu da 400 kişi Anayasa Mahkemesine gönderdi Cumhurbaşkanını, Cumhurbaşkanı Anayasa Mahkemesi üyelerini değiştirebiliyor. Yani, bugün Anayasa Mahkemesi üyelerinin değiştirildiği, görevden alındığı bir süreci yaşıyoruz. 2 Anayasa Mahkemesi üyesi görevden alındı. Yarın bunların olmayacağını kim söyleyebilir? Ve o beş yıl içerisinde mutlak bir idare, mutlak bir yetki var o kişide.
Denge ve denetleme mekanizmaları var mı sistemde? AKP geldiğinden beri yaptığı en önemli iş, müfettişlik mekanizmalarını, denetleme mekanizmalarını, hukuku, Sayıştayı, Danıştayı felç etmek olmuştur. Eğer siz bir dükkâna gireceksiniz önce onun kameralarını kırarsınız, önce onun alarmını etkisiz hâle getirirsiniz ve o sistemi çökertirsiniz. Buna benzer bir sistem. Bütün denetleme mekanizmaları yok ediliyor ve onun sonunda da o sistem aslında yok edilmeye çalışılıyor. Burada da niyet, aslında kendini belli ediyor. Denge ve denetleme mekanizmaları bu sistemde kurulmamış durumda. Tam tersine, başkanlık sistemlerinde denge denetleme mekanizması olarak çalışan, Meclisin onama yetkileri, Meclis ve başkan seçimlerinin ayrı tarihlerde yapılması, fesih ve veto yasağı, bağımsız yargı gibi kurumlar sistemin tıkanma sebebi olarak görülüp yok edilmiştir.
Farklı tarihlerde seçim niye ortadan kaldırıldı? Niye zaman zaman birbirini denetleyen bir sistem olmasın? Yürütme yetkisi bu sistemde kime verilmiş oluyor? Parlamentonun bir etkisi oluyor mu, bakanların bir etkisi oluyor mu? Bakanlar sekretarya görevinden başka bir anlam taşıyorlar mı? Cumhurbaşkanı yürütmeyi tek başına temsil ediyor. Bugünkü sistemde yürütme yetki ve görevi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu, Başbakan ve bakanlar tarafından paylaşılıyor. Hükûmet sorumluluğu ise Bakanlar Kurulunda. Getirilen sistemde ise Hükûmet etme yetkisi Cumhurbaşkanına veriliyor. Devletin yönetimi, tek başına Cumhurbaşkanına devrediliyor.
Cumhurbaşkanının mevcut Anayasa’ya göre neredeyse sorumsuz olduğu bu düzenlemeyle sorumlu hâle getirildiği söyleniyor bize. Bu ne kadar yanlış onu anlatayım. Doğru değil bu durum. Öncelikle, mevcut Anayasa’daki Cumhurbaşkanı ile değişiklikten sonra ortaya çıkacak Cumhurbaşkanı aynı Cumhurbaşkanı değil. Bu nedenle de sorumluluklarını kullandıkları yetkiyle orantılı olarak ele almak gerekiyor. Mevcut Cumhurbaşkanın yetkileri sınırlıdır şu anda. Siyasi sorumluluk Hükûmettedir. Cezai sorumluluğu da tarafsız, yetkileri sınırlı Cumhurbaşkanı esasına göre belirlenmiştir. Getirilmek istenen Cumhurbaşkanı ise bütün yürütme yetkisi ve görevini elinde toplamış, parti genel başkanlığı yapabilecek, yasama ve yargıya müdahale edebilecektir. Şu andaki Başbakan ve bakanların kat kat üstünde yetki kullanabilecek ama sorumluluğu onlardan daha hafif olacak. Karşılaştırma yapılacaksa bugünkü Hükûmet üyelerinin sorumluluğuyla karşılaştırılmalıdır. Şu anda Başbakan ve bakanların işledikleri iddia edilen suçlar nedeniyle Meclisin 55 milletvekiliyle -yani yüzde 10 milletvekiliyle- imza vererek soruşturma açılması istenebiliyor. Basit çoğunlukla 138 oyla bile Meclis soruşturması açılmasına karar verilebiliyor ve 276 oyla salt çoğunlukla Yüce Divana sevk edilebiliyor. Getirilen teklifte ise çok daha fazla yetki verilen Cumhurbaşkanının sorumluğunu sağlamak ve denetlemek neredeyse imkânsız hâle getirilmiştir. Yüce Divana sevk için sırasıyla 301, ikinci turda 360, daha sonra 400 milletvekilinin oy vermesine ihtiyaç vardır. Parti genel başkanı sıfatıyla Meclis grubunu da kontrol eden Cumhurbaşkanını Yüce Divana sevk etmek için bu oyları bulmak neredeyse imkânsızdır, kâğıt üzerinde, süs olsun diye yazılmış maddelerdir, gerçekleşmesi imkânsız olan maddelerdir.
Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar suç işlerse ne olacak? Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcısı ve bakanların suç işledikleri zaman yargılanabilmeleri için önce Meclisin 301 milletvekilinin, üye tam sayısının salt çoğunluğunun soruşturma açılmasını istemesi gerekecek. Düşünün 301 imza toplandı ve soruşturma açılıyor, Cumhurbaşkanı anında o Meclisi feshedebilecek. Sonra Meclisin 360 milletvekilinin -beşte 3 çoğunluk- soruşturma açılmasına karar vermesi gerekecek. Daha sonra da Yüce Divana sevk etmek için Meclisin 400 milletvekilinin -üçte 2 çoğunluğun- karar vermesi gerekecek. Bu oranlar sağlanmazsa işlediği suç nedeniyle Cumhurbaşkanı, Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanların yargılanması mümkün olamayacak. Yani, Kaf Dağı’nın arkasındaki bir yargılamadan bahsediyoruz. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar denetlenebilecek mi? Hiçbir denetim mekanizması getirilmemiş durumda. Meclisin güvenoyu ve gensoru gibi denetim mekanizmaları yok. Meclis soruşturması ise neredeyse imkânsız hâle getirilmiş. Meclis, sadece genel görüşme ve Meclis araştırması yollarıyla denetleyebilecek, bunların da yaptırımı yok yani sözüm ona, Meclis araştırması açılacak. Şu anda yaptığınız gibi soru önergelerimize cevap vermiyorsunuz, Meclis araştırması önergelerimizi reddediyorsunuz. Çocuk tecavüzlerinin araştırılmasıyla ilgili önerge bile reddedildi. O MHP’nin önergesiydi. Biz diğer 2 parti olarak biz bu önergenin arkasında durduk ama siz bugün anayasayı birlikte yaptığınız arkadaşlarınızın bile bu önergesini reddettiniz.
Ayrıca, Meclis getirilen yeni yapısıyla doğrudan Cumhurbaşkanının iradesine bağlı hâle geleceğinden etkisiz olan bu denetim yollarının da kullanılması mümkün olamayacak. Yargı da tamamen Cumhurbaşkanının etki ve kontrolü altında olacağından yargısal denetim yolları da kapalı. Bu sistemde Cumhurbaşkanı ve yardımcılarıyla bakanların denetim yolları tamamen kapatılmış durumda. Krallara, firavunlara, padişahlara tanınan imtiyazlar tanınmış durumda. Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar kime karşı sorumlu olacak? Cumhurbaşkanı yardımcıları ve bakanlar sadece Cumhurbaşkanına karşı sorumlu olacaklar. Atanmaları ve görevden alınmaları tamamen Cumhurbaşkanının yetkisinde olacak. Türkiye Büyük Millet Meclisinin bunların atanmasında hiçbir onama yetkisi yok. Ayrıca, görevden alınmalarını isteme, düşürme ya da başka bir şekilde denetleme yetkileri de yok. Meclis Cumhurbaşkanını denetleyemeyecek, hesap da soramayacak. Cumhurbaşkanı hiç kimseye karşı sorumlu değil, kimseye hesap vermeyecek, kimse onu denetlemeyecek. “Burada giyotin sistemi var. Ayrıca, Meclisin de Cumhurbaşkanını azil yetkisi var. Bunlar güvence ve denge unsuru değil mi?” diye aklımızla alay eden bir durum var. Bu değil. Giyotin sistemi Cumhurbaşkanı ya da Meclisin diğerinin görevine son vermesi hâlinde kendi görevinin de sona ermesini ifade ediyor ancak Cumhurbaşkanı bu kararı tek başına verebilirken Meclis, ancak 360 oy çoğunlukla Cumhurbaşkanının görevine son verebiliyor, yani işlemesi Meclis açısından son derece zor da değil, imkansız; 400’e çıkıyor sonrasında üçüncü turda. Cumhurbaşkanı açısından bu durum, denetleme çok kolay; buna giyotin sistemi değil ancak Cumhurbaşkanı lehine işleyen, arkadaşlarımızın da söylediği gibi eline satır almış bir cumhurbaşkanı, istediğini doğruyor ama onu kimse denetleyemiyor. Kaldı ki karşılıklı dahi olsa milletin seçtiği ve temsil oranı daha geniş olan Meclisi Cumhurbaşkanının neden fesih yetkisi olsun? En geniş yetkiler demokratik rejimlerde parlamentolarındır, Meclislerindir. Cumhurbaşkanını denetleyecek bir güce izin vermeme arayışı var burada.
“Veto yetkisi şimdi de var, olmasının ne sakıncası var?” deniliyor. Veto yetkisi, parlamenter sisteme özgü bir yol; elinde yürütme yetkisi yoğunlaşmamış, sınırlı yetkiye sahip cumhurbaşkanlarına verilmiş bir denge, denetim mekanizmasıdır. Başkanlık sistemlerinde veto yetkisi yoktur, hele getirilen değişiklikte diktatörlük yetkilerinin verildiği bir tek adamın elinde veto yetkisi olması yasama organını tamamen sembolik hâle getiriyor. Cumhurbaşkanının veto ettiği bir yasa şu anda 186’yla geçerken, veto edilmiş bir yasa, Meclisin hazırladığı yasa ancak 301’le geçirilebiliyor.
Cumhurbaşkanının iki dönemden fazla seçilmesi kesin olarak engellenmiş durumda mı? Hayır. Kural olarak iki dönem seçilebilir ancak partili cumhurbaşkanı ikinci dönemin sonuna yaklaştığında Meclisin beşte 3 çoğunluğunu denetleyebilirse seçimlerin yenilenmesi kararı aldırarak bir dönem daha seçilebilir. Dönemin sonuna yakın tekrar kendini seçtirecek bir sisteme de müsaade ediyor bu durum.
“Cumhurbaşkanının Meclisi fesih yetkisinin ne sakıncası var? Şu anda da bu yetkisi yok mu?” deniliyor. Cumhurbaşkanı da, Meclis de halk tarafından seçiliyor. Meclisin halkı temsil oranı tüm partiler temsil edildiğinden her zaman cumhurbaşkanından daha yüksektir. Milletin seçtiği Meclisi yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanının feshetmesi yürütmenin yasama üzerinde tahakküm kurmasına neden olur. Cumhurbaşkanı hiçbir gerekçe göstermeden Meclisi feshetme yetkisiyle donatılıyor; hâlbuki mevcut durumda bunların sınırlamaları var. Bu, hoşuna gitmediği anda Meclisi ortadan kaldırma yetkisi demektir. Örneğin, işlediği bir suç nedeniyle zor da olsa 301 imzayla hakkında soruşturma açılması istenen Cumhurbaşkanı, henüz soruşturma açılmadan, önce Meclisi feshedip soruşturma açılmasını engelleyebilir ya da vetoya rağmen 301 oyla kanun yapıp kararname çıkmasını önleyen, Cumhurbaşkanının istediği gibi hareket etmeyen Meclisi cumhurbaşkanı, gerekçe göstermeden feshedebilir. Cumhurbaşkanının fesih yetkisi parlamenter sistemlere özgü bir mekanizmadır, belirli şartlara bağlıdır sadece. Şu anda bizdeki yetki sadece Hükûmetin kurulamaması hâlinde verilmiş, şartları da Anayasa’da gösterilmiş bir yetkidir. Tarihimizde Büyük Atatürk’e dahi bu yetki verilmemiştir. Atatürk, bütün millî mücadeleyi ve sonrasındaki devrimleri milletin Meclisiyle birlikte yapmıştır. Demokratik başkanlık sistemlerinde başkana bu yetki tanınamaz “Başkanlık” adı altında bozulmuş sistemlerde ise bu tip yetkilerin verildiği görülmüş ve hepsinde de rejim otoriterleşmenin aracı olmuştur.
“Meclis, bütçeyi reddederek cumhurbaşkanını denetleyebilir.” deniliyor. Biliyorsunuz, enflasyon oranını da artırarak Meclis bir daha bütçe görmeden beş yıl tamamlanabiliyor.
Yasama tekelinin Mecliste olmasının önemi, Meclisin tüm halk adına yetki kullanmasından kaynaklanmaktadır. Cumhurbaşkanlığı kararnamesi; şu anda, OHAL’de tadına vardığı Cumhurbaşkanının “Her istediğimi yapıyorum, istediğimi atıyorum, istediğim kanunu çıkarıyorum; ne güzel bir şeymiş.” diye tadına vardığı bir sürecin sonrasında, maalesef, böyle bir döneme geldik. Biz şu anda bir reklam dönemi yaşıyoruz. Aslında, şu anda yaşadıklarımız şu OHAL döneminde, fiili olarak diyorsunuz ya “Başkanlık sistemi” biz yaşatmak istediğiniz rejimin o reklam fragmanlarını izliyoruz. Kaos arttı, ekonomi felç durumda, halkın can güvenliği yok, hiç kimsenin birbirine güveni yok: böylesi bir süreçte yaşıyoruz.
Aynı gün seçimin yapılması da, iki sistem birbirine bağımlı hâle getirildiğinden “Aman ben seçime gidersem ben de giderim. Efendim, ne yapayım; cumhurbaşkanını görevden almayayım yoksa ben de giderim.” mantığıyla rehin alınmış durumda Meclis.
Şu anda, HSYK oluşumunda ve daha öncesinde 2010 değişiminde yapılan sistem daha da geri götürülüyor; yargı, tamamen bağımlı hâle geliyor.
Şimdi, arkadaşlar, şu günlerde ülkenin gündemi acı, ekonomik olarak da acı, içinde bulunduğumuz savaş ortamı nedeniyle de acı, iç çatışma nedeniyle de acı. Acilen barışa, kardeşliğe, huzura, özgürlüklerin geliştirilmesine, çok büyük bir uzlaşıya ihtiyacımız olan böyle bir dönemde kalkınmanın daha da artırılması, tabana yayılması gereken böyle bir dönemde bu yetkilerin de bölüşülmesine de ihtiyaç var tek kişide rehin olunmasına değil.
Baskı ve şiddetin artığı bir dönemin bu ülkede yaşayan hiç kimseye faydası yok; AKP’liye de faydası yok, MHP’liye de faydası yok, HDP’liye de, CHP’liye de. Onun için diyoruz ki, birbirimizi yok sayan bir sistemi dayatmak yerine, gelin elbirliğiyle ortak bir uzlaşı yaratalım. 69 maddeyi nasıl ortak bir uzlaşıyla belirleyebildik 4 parti, nasıl getirmediniz? Bugün 2 partiyle bize bir şeyi dayatıyorsunuz. Gelin, bundan vazgeçin, bu ülkeyi karanlık bir döneme sürüklemekten vazgeçin. Bir uzlaşıyla, hep birlikte oluşturacağımız bir yapıyla bu Anayasa değişikliklerini tartışalım, konuşalım, ülkenin ateş içerisinde olduğu bir dönemde bunu konuşmak ülke gündemine de uymuyor, ülkemiz bizden daha sorumlu davranmamızı bekliyor.
Teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum hepinize.